Azra Erhat
1915–1982, İstanbul

Azra Erhat: Tutkuların, Düşüncelerin ve Mavi Hayallerin Aydını (1915-1982)
Biyografi denen uzun yolculuğu Azra Erhat’la yaptıktan sonra, bu kez okuru onun yaşamında kısa bir gezintiye çıkarıp sırasında arka sokakların, gizli bahçelerin izlerini de sürmek istedim
İlk Adımlardan Bir Hümanistin İzlerine, bir Azra Erhat Portresi
“Bundan 14 yıl önce, bir ikindi vakti, Şişli’nin küçük bir sokağında, saçsız, yassı burunlu, ama etrafına merakla bakan kocaman siyah gözlere sahip küçük bir kız doğmuştu. O küçük kız büyüdü ve bugün 14 yaşına basıyor. Doğduğu günkü çirkin ve kel bebek değil artık, güzel değilse de çok da çirkin sayılmayan bir genç kız oldu. Esmer, dar alınlı, koyu gözlü, görünüşünü çok bozan bir burun ve ona ciddi bir ifade veren bir ağız sahibi. Ancak önemli olan görünümü değil, maneviyatıdır”. 4 Haziran 1915'te İstanbul'un Şişli semtinde, Selanik kökenli Tevfik Bey ve Nasibe Hanım’in kızları olarak doğan Azra Erhat kendin böyle anlatmıştı yeni yetmeyken tuttuğu güncede. Besbelli bebeklik hali kendisine çocuk ve yeni yetmeyken ailesi tarafından bu şekilde tasvir edilmiştir. Dahası, aile büyükleri “çok güzel” diye bilinen ablası Akile’ye kıyasla çirkin değilse de güzel sayılamayacağını söylemişlerdir birkaç kez. Bu da inkâr etmesine rağmen, yaşam boyu taşıyacağı ve belki de itici güçlerinden biri olacak bir yaradır Azra’da.
Oysa tanıyanlara göre ise Azra Erhat, fiziksel ve zihinsel portresiyle etrafındakiler üzerinde kalıcı bir etki bırakmış bir kadındı. Ufak tefek, narin yapılıydı; elleri ve ayakları küçük (ailesinin bütün kadınları gibi 33 numara ayakkabı giymekle övünürdü) bacakları ince ve zarifti. Zekâ ile parıldayan gözlerinde ise hem bir tür bilgelik hem de insanlığa ve yaşama duyduğu sevgi, hümanizması yansırdı. Yanaklarında gamzeler derinleştiren candan gülümseyişi karşısındakine sıcaklık veren içtenlikle dolu bir ifade taşırdı. İnsanlara bu gülümseme ile yaklaşır, onları rahatlatır, güvenlerini kazanır, kolaylıkla iletişim kurardı. Sesini ise, büyük aşkı Cevat Şakir mektuplarının birinde “flutée” yani flüt sesini andıran, diye tanımlar.
Bir toplulukta ön plana geçmeye asla çabalamasa da varlığı her daim hissedilir, söyledikleri dinlenirdi.
Çocukluğunda kendinde bizzat eleştirdiği öfke patlamaları, kızdığında kendini tutmayıp karşısındakine bağırıp çağırarak ağzına geleni söyleme huyu zamanla, belki de yaşanan bazı acılarla yontulmuş, dizginlenmiş, söyleyeceğini, gerekince lafını dolandırmadan açık ve seçik söyleme özelliğine dönüşmüştü.
Kendini Yeniden Yaratan Bir Hayat
Azra’nın bir önemli özelliği de özünden hiçbir şey kaybetmeksizin içinde bulunduğu, yaşadığı her ortama, her bireysel ve toplumsal olaya uyum sağlayıp onların her birinden kişiliğini zenginleştirecek bir şeyler alabilmesiydi. İşgal altında İstanbul’da büyüklerinin boyun eğiciliğine karşı isyanı öğrenen, İzmir’de Cumhuriyetin kuruluşunda içi yaşamı boyunca unutmayacağı bir mutluluk ve utku hissiyle dolan, Viyana’da batı kültürünü hem hayranlıkla hem de eleştirel bir yaklaşımla keşfeden çocuk; bu keşfi daha olgun bir şekilde Belçika’da sürdürüp Batı ile Doğunun bileşimden doğmuş özgün bir Türk kültürü hayal eden yeni yetme; İstanbul’a döndüğünde eğitimi olduğu kadar zekası ve çalışkanlığıyla üniversitede yıldız gibi parlayan, akademik kariyerine başlamak üzere genç Cumhuriyetin başkenti Ankara’ya ayak basınca “nihayet istediği yere varmış” olup “artık ben, ben olacağım” diyen coşkulu genç kız; yeni kurulmuş Tercüme Bürosunda çevirileriyle bütün dünyaya pencereler açan, Macar bir mühendisle aşkı ilk kez tadan olgunluk çağındaki kadın. Bunların her biri hem aynı hem de kendini sürekli geliştiren, kişiliği sürekli zenginleşen bir Azra’dır… Keza, İstanbul’da gazetecilik yaparken “görmeyi ve işitmeyi” görev edinmeye alışan yaman muhabirin, Cevat Şakir nam-ı diğer Balıkçıyla yaşamının en müthiş duygusal ve düşünsel serüvenine atılıp onunla birlikte Mavi Anadoluculuk ile Mavi Yolculuk kavramlarına hayat veren Mavi kadının, 1971’de hapishaneye atılıp yaşamının bu sevimsiz parantezini mutlu mesut şekilde anılarını kaleme alarak değerlendiren “siyasi suçlu “nun olduğu gibi.
Ancak önemli bir konuda ne hissedip ne düşündüğünü çözemediğimiz de bir Azra çıkar karşımıza
Gizli Kalan Kimlik: Sabetaist Kökler ve Azra Erhat’ın Sessizliği
Azra Erhat, Sabetaist (Dönme) kökenli bir ailede (Kapancılar) dünyaya gelmişti. Ancak, çocukluğunu ayrıntılı ve renkli bir şekilde anlattığı anılarında ya da düşünsel dünyasını yansıtan yazılarında bu kimlikten hiç söz etmemesi dikkat çeker.
Yeğeni Tevfik Erhat bu tutumunu şu sözlerle tanımlar: “Teyzem yazılarında kökenlerini sanki çok kalın bir sis perdesinin ardında belli belirsiz bırakmıştır”. Bu tercihin arkasında, Azra’nın Anadolu’yu tüm insanlık için bir kültürel beşik olarak görme düşüncesinin etkisi olduğu söylenebilir. O, kökenlerinden bağımsız olarak, ileride üstünde duracağımız bir konu olan tüm Anadolu kültürünü sahiplenmeyi, esas mirası olarak antik çağlardan günümüze uzanan bu zenginliği görmeği tercih etmiştir. Bu yaklaşımıyla bireysel kimliğinden çok daha geniş bir kültürel ve insani perspektife odaklanmıştır. Bu nedenle, Sabetaist kimliğini yok sayıp eserlerinde hem sarsılmaz bir milli kimlik hem de çok sesli bir kültürel aidiyet duygusu, hümanist bir anlayış ve Anadolu’yu bir bütün olarak benimseme çabasını öne çıkardığını diyebiliriz.
Ayrıca Türkiye’de Sabetaist kimlik, tarih boyunca bir tabu olarak algılanmıştır; bu durumun temelinde birkaç önemli neden yatmaktadır: Osmanlı İmparatorluğu döneminde Sabetaistler, Müslüman kimliğine bürünerek kendi inanç ve kültürlerini gizli bir şekilde yaşamak zorundaydılar. Bu durum, toplumda kabul görmek, sosyal ve ekonomik hayata entegre olabilmek için bir gereklilikti. Böylece Sabetaistlik, topluluğun güvenliğini sağlamak adına gizli tutuldu ve kuşaklar boyunca nesilden nesile aktarılan bir sır haline geldi. Azra’nın da bu sırrın mirasçılarından olduğu kuşku götürmez. Cumhuriyet’in kuruluşu ve ulus-devlet anlayışının benimsenmesiyle, Türkiye’de vatandaşlık tanımı etnik ve dini çeşitlilikten ziyade ortak bir milli kimlik etrafında şekillendirildi. Yeni kimlik, bu kez farklı kökenlerin toplum içinde ifade edilmesini sınırlandırdı. Sabetaistler de bu koşullarda, kimliklerini açığa vurmanın toplumda dışlanma veya yanlış anlaşılma ile sonuçlanabileceğinden endişe ettiler. Özellikle, dönemin bazı siyasi ve ideolojik dalgalanmaları içinde Sabetaistlik, "gizlilik" ve "çifte kimlik" gibi kavramlarla ilişkilendirilip yanlış yorumlanabiliyordu. Anadolu kimliğinden de önce yeni milli kimliği candan benimsemiş Cumhuriyet kadını, Atatürkçü Azra’nın tüm bunlardan da etkilendiği düşünülebilir. O denli ki kökenlerinden dolayı içinde büyümüş olduğu kozmopolit ortamdan ve bu ortamı yansıtan 30’lu, 40’lı yılların İstanbul’undan “Köhne Bizans” diye söz edip ondan hiç hoşlanmadığını anılarında açıkça belirtir.
Ancak içinde büyüdüğü o kozmopolit, ardından da Batılı ortamların Akademik kariyerinde ona ne denli büyük bir avantaj sağladığını da aklımızdan çıkarmayalım.
Diller Arasında Bir Köprü: Azra Erhat’ın Akademik Kariyere İlk Adımları
Çocukluk yıllarında, Almancanın yanı sıra İngilizce, Fransızca, Rumca, İtalyanca, Felemenkçe, Latince ve Eski Yunanca gibi farklı dilleri öğrenmiş Azra Erhat, Nazi rejiminden kaçıp Türkiye’ye gelen Alman profesörlere hem çevirmenlik hem de asistanlık yaparak akademik kariyerine adım attı. Akademik ortamda yabancı dillerde rahatça iletişim kurabilmesi, yalnızca sözlü çevirilerinde değil, önce Hasan Ali Yücel’in kurduğu Tercüme Bürosunda sonra çeşitli yayınevleri için Batı klasiklerini Türk kültürüyle buluşturmasında da büyük bir avantaj sağladı. Özellikle bilinen Eski Yunancadan İlyada ve Odisseia destanlarının çevirisi Türk edebiyatında bir dönüm noktası olmuş ve Homeros’un şiirsel metinleri sayesinde Türk okurları, Antik Yunan’ın insanlık ve kahramanlık temalarını ana kaynaklarından okuma fırsatına erişmiştir. Sadece birebir çeviriden öte, Azra’nın çevirileri, Türk okurunun ilgisini çekecek metin seçimiyle, kaynak dile ana dili kadar hâkim olmasıyla, zengin ve akıcı Türkçesiyle, dönemin kültürüne yeni bir soluk katmış, akademik alanda ve popüler kültürde kalıcı bir iz bırakmıştır.
Ayrıca, Azra’nın Anadolu medeniyetini evrensel bir perspektiften ele alan çalışmalar yapma olanağını, Yunan kültürünü derinlemesine tanıyıp Türk okuyucusuna aktarırken bulduğunu söyleyebiliriz.
Anadolu’nun Mavi Bilgesi
"Mavi Anadolu" tezinin ve onun etrafında oluşan akımın kurucu ve savunucuları arasında Balıkçı ve Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte, Azra Erhat çok önemli bir yer tutar. Bu tez, Anadolu’nun yalnızca bir toprak değil, antik uygarlıkların beşiği olan doğu ve batı kültürlerinin harmanlandığı bir medeniyet olarak görülmesi gerektiğini savunur. Anadolu’nun kadim kültürünü bir bütün olarak görüp sahiplenmeyi önerir ve Anadolu'nun, yalnızca Türk değil, evrensel bir kültür mirası olduğunu vurgular.
Bu tez hem onun hem de arkadaşlarının önderliğinde “Mavi Yolculuk” kavramıyla, Türk turizmine büyük çapta fayda sağlayacak keyifli bir uygulamaya dönüşür.
Klasiklerden Mavi Yolculuğa: Azra Erhat'ın Kültürel Mirası
Azra, düşünce arkadaşlarıyla birlikte, medeniyetler beşiği Anadolu’nun mavi denizini, paha biçilmez antik kalıntılarını ve çarpıcı doğasını bir araya getirerek, tekneyle koy koy gezerek keşfetmenin bir yolunu sunmuş ve ona “Mavi Yolculuk” diyerek un bizzat isim annesi olmuştur. Bu konuda kitaplaştırdığı makale ve gezi yazıları okuyucuları kültürel bir yolculuğa çıkarır ve Batı medeniyetinin kökenleriyle Anadolu kültürünün bağlarını yeniden düşünmeye davet ederek, Türk turizminde hâlâ çok önemli bir rol oynar.
Gelenekten Evrensele, İlerici Kalemin İzinde
Azra’nın çalışmalarının günümüze yansıması Mavi Yolculukla kalmaz. Pek fazla bilinmeyen gazeteciliği sırasında çeşitli fikir yazıları kaleme almış, toplumsal ve kültürel meselelerde ilerici ve modern bir bakış açısını savunmuştur ayrıca. Düzenli izlediği filim ve tiyatro piyeslerinin gazete eleştirileri, altmışlı ve yetmişli yıllarda Türk sineması ve tiyatrosu hakkında sağlam bilgi edinebilecek arşiv niteliğindedir. Pek çok yazısında gösterime sunulan filim ve piyeslerden yola çıkarak, Türk aydınlarının geleneksel değerleri küçümsemek yerine, onları anlamasını ve evrensel bir bağlamda ele almasını önerir. Özetle aydınlarımızı “Anadolu ile barıştırmada” özellikle Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte öncülük edenlerdendir. Tıpkı bilinen sadece iki birliktelik yaşamış olmasına rağmen, cinsellik tabularını yıkmada öncülük ettiği gibi…
Mektupların Şiirinde Saklı Dillere Destan Bir Aşk
Azra’nın hayatında, tutkularını ve yaşamdan aldığı zevki cesurca ifade eden bir yaklaşım önemli bir yer tutuyordu. Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı ile olan mektuplaşmalarında bu yönü belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Azra’nın ve Balıkçı’nın dostlukla başlayan, yıllar içinde aşka dönüşen ilişkisi, yazdıkları mektuplarda derin bir tutku ve bağlılıkla kendini gösteriyordu. Birbirlerine duydukları sevgi, saygı ve hayranlık, sadece edebi paylaşımlarında değil, kişisel yaşamlarına ve dünya görüşlerine de ilham oldu. Bu ilişki, edebiyat çevrelerinde “dillere destan bir aşk” olarak anıldı ve ikilinin Anadolu’nun kadim kültürüne olan bağlılıklarıyla da birleşti.
Fiziksel Aşkın Hazzı: Azra Erhat’ın Kadınlara Dilediği Özgürlük
Görüldüğü gibi Azra Erhat’ın hayatı sadece edebiyat ve düşünceyle sınırlı kalmayan, yaşamın tüm güzelliklerinden keyif almayı içeren hedonist bir felsefeyle şekillenmişti. Doğa, deniz, müzik, dost sohbetleri eşliğinde yiyip içmek ve antik kültürleri keşfetmek onun için büyük bir mutluluk kaynağıydı. Ölüm döşeğindeyken Zeynep Oral ile yaptığı son söyleşide, bu hedonist yönünü açık yüreklilikle dile getirir. Bu içten, filtresiz söyleşide, hayatı dolu dolu yaşama felsefesini bir adım öteye taşıyarak, fiziksel aşkın hazzına da vurgu yapar. Fiziksel aşkın getirdiği mutluluğu yaşamış olmaktan duyduğu memnuniyetten dem vurur ve bu deneyimi tüm kadınlara diler. Kadının hayatın her alanında özgürce var olmasını, duyularının peşinden gitmesini savunurken, bu sözleriyle de en azından ülkesinde döneminin ötesinde bir düşünce yapısına sahip olduğunu gösterir.
Bu söyleşiden kısa bir süre sonra, cesaret ve tevekkülle beklediği an gelir ve 1982 yılında hayata gözlerini yumar. Artık o da diğer yakınlarının yanında, Bülbülderesi Mezarlığı’nda sonsuza değin uyuyacaktı.
Ne yaşamdan ne de ölümden korkan küçük bir dev kadındı o!
Yazar: Liz Behmoaras